‘’Yaşamın anlamı nedir?’’ Sorusu ve Var oluşu anlamlandırma Çabası
Yaşam, özünde biyolojik-ontolojik bilimsel bir gerçekliktir. Hayatın anlamından bahsederken; doğada kendiliğinden nesnel bir şekilde var olan somut bir anlamdan değil; bizim hayata yüklediğimiz, yüklemek istediğimiz, arayışında olduğumuz anlam dünyasından bahsediyoruz. Yaşamın; bir var oluş olarak kendinden gelen, var olmayla birlikte doğan nesnel bir anlamı yoktur. Anlam dediğimiz şey, kişilerin, grupların iç dünyalarından iç dünyalarına farklılıklar, değişkenlikler, değerlilikler, değersizlikler göstermektedir. Meselenin özünde somut dünyaya, olgu ve olaylara, kavramlara yaklaşım, bakış açısı, neresinde durulduğu gibi temel belirleyenler vardır. Yaşamı anlamlı hale getiren insanın kendi yaratımları, kendi dışında kalan nesnel varlıklarla ilişkileri bütünüdür. ‘’Yaşamın anlamı nedir’’ sorusunu ortaya atan da kendi sorduğumuz soruya cevaplar aramaya çalışan da yine biz insanlarız.
Etrafımıza baktığımızda; insan dışında hiçbir canlı ‘’Yaşamın anlamı nedir? Yaşamın bir anlamı var mıdır?’’ gibi sorularla ilgilenmiyor. Hemen hemen bütün canlıların ortak temel özelliği, yaşamlarını sürdürme çabası olarak özetlenebilir. İnsan türüne geldiğimizde, yaşamını sürdürme konusunda biyolojik varlığını korumakla birlikte yaşamak için yeme, içme, üreme kadar hayati bir önem taşıyan ‘’anlam arama, türetme, yaratma’’ ya da var olan şeyleri, karşılaşılan olay-durum-olgu ve kavramları ‘’anlamlandırma’’ kendi dünyasında kendince bir yere yerleştirme çabası da(ihtiyacı, gerekliliği de) görülmektedir.
İnsan üretken, değer yaratan, iç dünyası olan bir varlıktır; iç dünyası olan bir varlığın anlam üretmesi, anlam arayışında olması kadar doğal ve ihtiyaci bir mesele yoktur. İşin bir yüzü kendiliğinden insan olmaktan gelen bir hayvan türünün doğal özelliği iken; öte yandan bu türün yaşamını sürdürebilmesi için ihtiyaçlar listesinin içinde yer alan bir meseledir.
Yaşamın bir anlamı yoktur ancak insanın yaşamak için anlam yükleme gerekliliği, zorunluluğu vardır. Anlam yüklemeden, yaşamı anlamlı hale getirmeden, değer dünyası yaratmadan yaşamak; insan türü için bugünkü haliyle mümkün değil. Eğer aklımızı ve iç dünyamızı bugünkü konuma getirmeseydik, dar kapsamlı ve fizyolojik ihtiyaç yönelimli bir düşünme-üretme sistemimiz olsaydı; diğer canlılar gibi tek başına biyolojik olarak hayatta kalma ve neslimizi sürdürme çabası olarak yaşamımızı icra edebilir, düşünme eylemini bu kadar derinlemesine kullanmamış olur, sonuç olarak haliyle ‘’Yaşamın anlamı nedir?’’ gibi bir soruyla ve bunun içini doldurabilme arayışıyla muhatap olmak durumunda(zorunda) kalmazdık.
İnsan, diğer canlılara oranla daha iyi düşünebilen, bunun sonucu olarak değer yükleyip anlam dünyası oluşturan bir canlı olmasından kaynaklı olarak ‘’Yaşamın anlamı’’ problemi ile sürekli karşılaşıyor. Yaşamın anlamı sorunu bir gerçeklikten(nesnel bir vaka olmaktan) çok kişiden kişiye değişen öznel bir durum olduğu için, iç dünyalarımızda kavramlar, durumlar, insanlar arası ilişkiler neye karşılık düşüyor ve çekim merkezimizde ne yer alıyorsa; yaşamın anlamı bu merkezden biçimleniyor. O yüzden kesin bir yargıyla ‘’yaşamın anlamı şudur’’ ya da ‘’bundan başka anlam yoktur’’ demek mümkün değil. Yaşamın anlamı ya da yaşamı anlamlandırma biçimleri üzerine tartışmalar yürütülebilir ancak kesin bir yargı yine çıkarmak mümkün değildir, çünkü anlam dediğimiz şey anlamı yaratan ya da sunulan anlamı kendi iç dünyasında ki kavramlara göre değerlendiren insandan insana değişkenlik gösterecektir. Birileri için uğruna ölünecek kadar anlamlı olan amaçlar, şeyler; birileri için ise bir hiç uğruna ölmek anlamına gelebilir.
İnsanın anlam yükleme, anlamlandırma çabaları; insanlığın kendini, doğayı tanımaya başladığı ilk andan günümüze kadar süre gelmektedir. Tanrıların, dinlerin, doğaüstü inançların, mitolojinin kaynağı yine bu anlam yükleme, yaşamını anlamlı hale getirme çabasının sonucudur. İnsan üreten ve yaratan bir varlık olarak meraklarına karşılık bulmaya başladıkça, bir şeyleri bilme durumu geliştikçe; fikirler yürütmeye başlamış, başta var oluşu olmak üzere, şimşeğin çakmasında, yerin sallanmasında bir anlam aramış ve bu anlamı doğaüstü bir gücün varlığına ve bu güce koşulsuz bağlanılıp ona inanarak yaşaması gerektiğine bağlamıştır. Anlamlandırma ihtiyacı bilgi ile doğru orantılıdır. İnsan bilmeye, farkında olmaya, bilginin kendisine ulaştıkça; her ulaştığı aşamada anlamlandırma gerekliliği de doğar. Çünkü anlamı olmayan, anlamlandıramadığımız, içimizde bir yere denk düşmeyen şeyler huzursuzluk verir, bir şeylerin eksik olduğunu ya da hayatı yarım yaşadığımızı düşündürür. En kötü ve en ilkel anlam yükleme biçimi bile ilk andan itibaren insanların kendi varlıklarını sürdürebilmeleri açısından bir ihtiyacın, doğalında gelişen bir ürünü olarak baş göstermiştir. İnsan türü; bugünkü konumuna gelene kadar binlerce felsefe, din, öğreti geliştirmiş ve modern dünyada geçmişten gelen ‘’anlam arama’’ ve ‘’anlam yaratma’’ mirasını sürdürmektedir. Sanatın ve felsefenin bu denli yaşamda yer tutması; temelinde ‘’anlam arayışı ve anlam yükleme’’ ihtiyacından gelmektedir.
‘’Hayatın anlamı nedir? Var mıdır?’’ sorusuyla iç içe geçmiş birkaç soru daha bulunmaktadır. Bunlar ‘’Neden varız? \ Var olmamızın amacı, anlamı nedir?’’ sorularıdır. Kendi açımdan cevaplayacak olursam eğer; bizim dışımızda kalan canlı türleri neden var ise bizde o nedenle varız. Yani var oluşumuzun da tıpkı yaşamın anlamı nedir sorusunda olduğu gibi nesnel somut bir anlamı, amacı yok. Hayatın anlamı meselesinde olduğu gibi var olmanın amacı ve anlamı da yine kişilerin iç dünyalarına göre değişkenlik gösteriyor. Örnek vermek gerekirse; inançlı bir insan için var olmanın temel amacı sonsuz bir yaşamın olduğunu kabul ettiği öteki dünyaya yani cennete gidebilmek, tanrıya kulluk etmek iken inançsız bir insan için böyle bir var oluş temellendirmesi söz konusu değildir. Pekala soruyu tekrar soralım; ‘’Neden mi varız? Yoksa var olma durumu felsefi anlamsal bir sorun olmayıp(anlamsallığı sonradan tartışmaya açık olan) ontolojik\ biyolojik bir sonuç mudur?’’.
‘’Neden varız?’’ sorusu aslında var olmadan önce gelmiyor, temel yanılgıda burada yatıyor, özellikle doğa üstü güçleri yaşam merkezine almış insanlar var oluşu doğrudan bir amaca bağlıyor oysa ki amaç meselesi var oluştan sonra gelen bir sorundur, haliyle bu soruya iç dünyalara karşılık düşen anlam arayışıyla cevap verdiğimizde neden var olduğumuzu değil ‘’Niçin var olmalıyız?’’ ya da ‘’Varlığımızı nasıl anlamlı hale getirebiliriz?’’ cevaplamaları yapabiliriz. ‘’Neden varız?’’ Sorusunun felsefi bir karşılığı yoktur, ancak ‘’Nasıl var olmalıyız, bir insanı var eden temel değerler, ilkeler nelerdir’’ sorusunun sonsuz kere cevaplandırılması yapılabilir. Varlığın kendisi bir nesnellik(gerçeklik) olduğu için varlığın neden var olduğu meselesi de bilimsel bir soru olarak anlaşılmalıdır. Varlık ve var olma durumunu cevaplama işi bilimin işidir ki canlı varlıkların nasıl var olduklarını tarihsel bir biçimde izah eden bir bilim mevcuttur. Dolayısıyla varlık, anlamdan önce gelir, anlam var oluşun üzerinde yükselir. Her ne kadar hatalı ve bilimsel alana ait bir soru olsa da ‘’Neden varız?’’ sorusu da yine bir anlam arayışının sonucudur. Bu anlam arayışının temelinde ‘’Var oluşu anlamlandırma, yüceltme çabası’’ yatmaktadır.